Kur’an’da geçen bazı zarfların anlaşılmaması özellikle Allah algısında sapmalara neden olmaktadır. Bilindiği gibi Yüce Allah’a herhangi bir zaman ve mekân atfedilmesi hatta atfedilse bile bunun karşılığının zihinde canlanabilmesi mümkün değildir. Yani (haşa) Yüce Allah’ın bir zaman ve mekân içinde olduğu iddia edilse dahi bunun varlık içinde bir karşılığını bulmak mümkün değildir. Ancak bu iddialar eğer Yüce Allah insanvâri bir ilah haline getirilirse mümkündür -ki bu Kur’an’ın anlattığı ALLAH profilinin değil, Yahudilerin anlattığı ve inandığı YEHOVA profilinin bir tasavvurudur.
Ne yazık ki binlerce yıldır oluşturulan gelenek ve günümüz din adamlarının ve meal yazarlarının Kur’an’ı yabancı bir dilden Türkçeye çevrilen herhangi bir kitap gibi görmeleri, Kur’an’da özellikle Allah’a izafe edilen birçok kelimeye verilen gelişigüzel anlamlar Yahudilerin tanrısı gibi bir tanrının Müslüman olduğunu iddia edenlerin zihninde yer etmesine sebep olmuştur.
Mesela;
Şüphesiz iman edenler; Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sâbiîlerden de Allah’a ve ahiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
İsrailoğulları: Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
Daha önce kâfirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki (Tevrat’ı) doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat’tan) bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr ettiler. İşte Allah’ın lâneti böyle inkârcılaradır.
Bu âyetlerde geçen "مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ" (min ‘indi(A)llâhi) ifadeleri meal ve tefsirlerin istisnasız hepsine yukarıda olduğu gibi "ALLAH KATINDAN" şeklinde yansımıştır. Bu meali veren meal ve tefsir yazarları "Allah katından" çevirisinin Allah’a bir mekân atfetme anlamına gelebileceğini fark etmiş olmalılar ki sayfalar dolusu açıklama getirmek zorunda kalmışlardır.
Âyetlerde geçen عِنْدِ (ind) kelimesi "zarf"tır ve daima başka bir kelimeye muzaf olarak gelir. Arapça bilmeyenler açısından biraz daha açarsak; Âyetlerde geçen bu عِنْدِ (ind) kelimesi daima bir isim tamlamasında tamlayan isim olarak gelir.
Ve bu zarf tamladığı kelimeye göre anlam kazanır.
Mesela;
İNDES SUBHİ… (SABAHLEYİN) anlamı verir.
İNDE’Ş ŞİTAİ… KIŞIN
İnde’s sayfi… YAZIN
Bu örneklere dikkat edilirse kelimenin kastettiği anlam daha çok tamladığı ismin geçerliliğini yahut hakimiyet alanını belirlemektedir.
Sabahleyin demek sabahın hâkim olduğu zaman, KIŞIN demek KIŞ’ın hâkim olduğu zaman demektir.
Bu kelimenin tamladığı isme göre mana kazandığını söylemiştik. Yukarıda verdiğimiz örnekler zaman ifade ettiği için kelime zaman zarfıdır.
Ama aynı kelime ne zaman ne de mekân ifade etmeyen kişilere veya şeyler atfedildiğinde kelimenin kast ettiği anlam birdenbire değişmektedir. İrab açısından yine zaman ve mekân zarfıdır ama kast ettiği anlam bir yer veya bir zaman değildir.
Mesela, BU KONU BENİM İNDİMDE BÖYLEDİR… dediğimizde kast ettiğimiz şey bir mekân değil, hakimiyet alanıdır. Yani benim bilgimin hâkim olduğu şekilde bu konu böyledir demek istemekteyiz.
Bu zarfın anlamını anlamak için meal ve tefsir uleması tarafından hiçbir fark gözetilmeden aynı anlamın verildiği bir başka kelime ile karşılaştıralım:
Size ne oldu da Allah yolunda ve «Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!» diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!
Bu âyette geçen مِنْ لَدُنْكَ (min ledunke) kelimesi de tıpkı diğer kelime gibi KATINDAN şeklinde çevrilmiştir… Allah için bir mekân yoktur ki o mekânın "katı" olsun.
Bu iki zarf arasındaki fark şu şekildedir:
LEDUN; SADECE hazır bulunan için kullanılır, İNDE; ise hem hazırda hem de hazırda olmayan için kullanılır.
Mesela Arapçada şöyle dediğimizde… BENDE FAYDALI BİR KİTAP VARDIR (ledeyye kitabun nafiun)… Kastettiğimiz; kitabın yanımızda hazır olması gerektiğidir. Eğer o kitap şu an yanımızda değil, evdeki kitaplığımızda ise bu sefer İNDİ kelimesi kullanılır.
Bu kelime Kur’an’da en fazla Allah’a atfen kullanılmaktadır… Allah’a atfen geldiği yerlerde şöyle bir durum çıkmaktadır:
Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve «Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?» der; o da: Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir, derdi.
Mesela bu âyette Meryem etrafında bulunan şeylerin nereden geldiği sorusuna; هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ (huve min ‘indi(A)llâh(i)) demiştir… Birçok yerde kelimeye KATINDAN anlamı veren meal yazarları bu sefer kelimeye "tarafından" anlamı vermişlerdir. Aslına bakılırsa bu meali okuyan hiç kimse (haşa) Allah’ın bizzat kendisinin bu yiyecekleri gönderdiğini anlamamaktadır.
Meal okuyucusu ALLAH TARAFINDANDIR sözünden; Allah yağmur yağdırdı, meyveleri bitirdi, hasatçılar onu hasat etti, biri/leri (geleneğe göre nişanlısı Yusuf) o yiyeceği getirdi ama sonuçta bunların olmasına Allah sebep olduğu için bu yiyecekler Allah tarafından gönderilmiş oldu… şeklinde anlamaktadır.
Oysa eğer Meryem bu cevabı vermişse ya Zekeriyya’yı anlamamıştır ya da bambaşka bir şey söylüyor demektir. Çünkü yeryüzündeki her şeyin Allah tarafından olduğunu bilmek için ne Meryem olmaya ne de Zekeriyya olmaya gerek vardır ve bu bir haber değildir.
Elbette ki gelenek bu âyetten gökten inen yiyecekler mucizesi çıkarmış ve konuyu metafizik alemine taşıyarak anlam dünyamızın dışına itmiştir.
Fakat konumuz bu değil, âyette geçen İNDİ kelimesidir. Bu yüzden burayı es geçerek konuya dönüyorum.
Âyette geçen İND kelimesine yukarıda söylediğimiz gibi upuzun bir anlam verilmekte ve İND kelimesinden yiyeceklerin ortaya çıkış serüvenine ulaşılmaktadır.
Bu, sadece bu âyette değil İND kelimesinin Allah’a atfen geldiği her yerde böyledir:
Ehl-i kitaptan bir gurup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.
Mesela bu âyette tıpkı biraz önceki âyette olduğu gibi; هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ (huve min ‘indi(A)llâhi) ifadesi, ama bu sefer KİTAP için geçmektedir.
Burada da Allah katından olma bir kitaptan bahsedilmektedir. NEDİR bu Allah katı?
İşte İND kelimesine verilen "kat" anlamı ne yazık ki Yüce Allah’a bir mekân tahsis etme gibi anlaşılmaktadır… Oysa İND kelimesi Yüce Allah’ın ilkelere bağladığı hakimiyet şeklidir. Âyetlerde geçen İND kelimesi Allah katından değil, ALLAH’IN HAKİMİYETİ VE BİLGİSİ DAHİLİNDEDİR anlamındadır.
Yüce Allah bilgisini ve hakimiyetini bize bildirmiş ve bunları bize ilkeler üzerinden tanıtmıştır.
Unutmayalım ki âyetlerde geçen عِنْدِ اللّٰهِ (indillah) ifadesi MARİFE bir isim tamlamasıdır. Yani bu kelimenin kast ettiği anlam; bilemediğimiz bir yerde bize anlatılmamış, hiç bilgimizin olmadığı bir KATTAN değil, çok iyi bildiğimiz, bize en ince detayına kadar anlatılmış bir hakimiyet alanı ve hakimiyet kurallarından bahsetmektedir.
Sıradan bir insanın bile "Bu konu benim nezdimde (indimde) böyledir." dediğinde herhangi bir kural herhangi bir bilgi ve herhangi bir ilke olmadan konuşmamaktadır. Zaten eğer o konuşmada bunlar yoksa ona konuşma denmez.
Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.
Mesela bu âyette "ALLAH KATINDAN gelecek olan bir yardımdan" bahsedilmektedir:
وَمَا النَّصْرُ اِلَّا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ (vemâ-nnasru illâ min ‘indi(A)llâhi)
Yukarıdaki meal yazarı bu yardımın "Allah katından" olduğunu söylemiştir… Bu; şu anlama mı gelecektir?… Allah’ın katında yardım paketleri vardır ve bu yardım paketleri mi gelecektir?
Oysa aynı ifadeye Yüce Allah’a mekân izafe etmeden… YARDIM SADECE ALLAH’IN İLKELERE GÖRE BELİRLEDİĞİ HAKİMİYETİNDENDİR anlamı da vermek mümkündür.
Bu durumda İND kelimesinin kullanılmasından anlaşılacak şey bir KAT değil, Yüce Allah’ın hakimiyet kuralları olacaktır.
Kur’an’ın her tarafında Yüce Allah’ın ilkesiz herhangi bir iş yapmayacağına, rahmet etmeyi de azap etmeyi de ilkelere bağladığına, hiçbir işinin ilkesiz olmadığına ve olmayacağına dair yüzlerce âyet vardır.
Herhangi bir konuda bu ilkelerin devreye girmesi işte bu İND kelimesi ile ifade edilmektedir.
Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olarak, altlarından ırmaklar akan, ebedî olarak kalacakları cennetler vardır. İyi kişiler için Allah katındaki (nimetler) daha hayırlıdır.
Yine bu âyette نُزُلًا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ وَمَا عِنْدَ اللّٰهِ خَيْرٌ لِلْاَبْرَارِ (nuzulen min ‘indi(A)llâh(i)(k) vemâ ‘inda(A)llâhi ḣayrun lil-ebrâr(i)) iki defa geçen İND kelimesi (haşa) Yüce Allah’ın mekânındaki katında hazırlanmış hediye paketleri anlamında değil, onu ilkelerine ve hakimiyetine göre belirlediğine yönelik bildirilen karşılıklardır.
ALLAH’IN İLKELERE GÖRE BELİRLEDİĞİ HAKİMİYETİNDEN BİR İKRAMDIR, ALLAH’IN İLKELERİNDEN OLAN EBRARLAR İÇİN EN İYİ OLANDIR.
Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi.
BU ÂYETE GELİNCE;
Bu âyette geçen; اِنَّ مَثَلَ ع۪يسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَۜ (İnne meśele ‘îsâ ‘inda(A)llâhi kemeśeli âdem(e)) Bu cümle üzerinde onlarca defa durmuştuk. Fakat ilkesizliği ilke edinmiş olanlar ne yazık ki hâlâ anlamamakta direnmekte ve sadece keyfî yorumlarla yani hiçbir ilkeye dayanmadan bizi üstü kapalı veya açık itham etmektedirler… Üstelik bu ithamlar "Bizim âyetlere keyfi davrandığımız, herhangi bir kural ve ilke tanımadığımız, meseleye yorum üzerinden yaklaştığımız…" yönündedir. Böyle demesine demektedirler ama söylediklerimizin neresinin ve ne’ye göre yorum olduğu ile ilgili tek bir açıklama dahi getirmemektedirler…Hiçbir zaman en doğru sözü söylediğimi iddia etmedim ve asla da etmeyeceğim. Fakat bu demek değildir ki ilkesiz yaklaşımları hak ediyoruz. Biz ne’yi ne’ye göre anladığımızı -insanları sıkma pahasına- uzun uzun anlatıyor ve elimizden geldiği kadar delillendirmeye çalışıyoruz. Hangi ilkelere göre anladığımızı da yüzlerce defa anlattık. Bizi eleştirmek isteyenlerin eline eleştirme kurallarını verdik. Ama ilke tanımamayı ilke edinenler ne yazık ki hâlâ bu ilkeleri görmezden gelerek sırf kafasına yatmıyor diye bizi itham edebilmektedirler.
Âl-i İmrân 59. âyette geçen; اِنَّ مَثَلَ ع۪يسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَۜ (İnne meśele ‘îsâ ‘inda(A)llâhi kemeśeli âdem(e)) Bu cümlede tam 3 tane benzetme edatı vardır… Yukarıdaki Süleyman ATEŞ meali âyette geçen مَثَلَ (meśele) kelimesine "durum" anlamı vermiştir. Zaten bu kelimenin böyle bir anlamı yoktur… İkinci olarak; iki tane benzetme edatından oluşmuş كَمَثَلِ (kemeśeli) kelimesine
de GİBİ anlamı vermiştir. KEMESELİ kelimesinde GİBİ anlamı sadece KE kelimesinin karşılığıdır. Yukarıdaki meal yazarı كَمَثَلِ (kemeśeli) kelimesinin sadece KE kısmına meal vermiş MESELİ kısmını yok saymıştır.
Her şeyden önce; ister KE olsun isterse MESEL olsun isterse de KEMESELİ olsun, bu cümle BENZETME ÜSLUBU üzerine bina edilmiş bir cümledir. Yani cümlenin yapısı bu özellik üzerine bina edilmiştir.
Hangi benzetme edatı olursa olsun, benzetme üslupları ile kurulmuş cümlelerde 4 şey olmak zorundadır:
1- BENZEYEN
2- KENDİSİNE BENZETİLEN
3-BENZETME EDATI
4-BENZETME KONUSU
Aslında bu üslup sadece Kur’an’daki lisana has değil, dünyadaki tüm lisanlara has bir durumdur.
Türkçede BU ELMA BAL GİBİ dediğinizde;
1-BENZEYEN… ELMA
2-KENDİSİNE BENZETİLEN… BAL
3- BENZETME EDATI…GİBİ
4-BENZETME KONUSU…TAD
BU MUM BAL GİBİ
1- BENZEYEN …MUM
2- KENDİSİNEBENZETİLEN… BAL
3- BENZETME EDATI… GİBİ
4- BENZETME KONUSU… GÖRÜNTÜ (çünkü mum tadılmaz)
İşte bu 4 şey olmadan benzetme olmaz.
Bazen bunlardan biri veya ikisi sözün gelişinden anlaşılacağı için hazf edilebilir.
ASLAN GİBİ ÇOCUK… cümlesinde çocuğun hangi yönden aslana benzetildiği belirtilmemiştir ama sözün gelişinden çocuğun et yiyişinin değil, şecaatinin, cesaretinin ve dirayetinin kast edildiği anlaşılmaktadır.
Fakat konu edindiğimiz Âl-i İmrân 59. âyette hazf edilen bir şey yoktur âyette 4 unsurun dördü de bulunmaktadır.
Her benzetmenin bir şiddeti vardır…
BU ADAM KUŞ GİBİ SES ÇIKARIYOR dediğimize bir benzetme vardır… ama BU ADAM TIPKI BÜLBÜL GİBİ SES ÇIKARIYOR dediğimizde benzetme daha şiddetli ve hatta birebir "aynîlik" var demektir.
CESARETTE TIPKI BABASI GİBİDİR… İLİMDE TIPKI HOCASI GİBİDİR… KONUŞMASI TIPKI ANNESİ GİBİDİR… cümlelerinde kastedilen şey sadece benzerlik değil, AYNİLİKTİR.
Benzetmeyi daha da şiddetlendirmek istersek, bu sefer… BU KONU ŞU KONUNUN TIPKISININ AYNISIDIR… deriz.
Bu çocuk babasının konuşmasının tıpkısının aynısı gibi konuşuyor… deriz.
İşte bu en şiddetli benzetme Kur’an’daki lisanda KEMESELİ kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelime cümlede kullanılan benzetme konusunun iki şey arasında TIPKISININ AYNISI olduğunu ifade eder… Çünkü hem KE hem de MESELİ ifadelerinin her ikisi de benzetme edatıdır.
Türkçedeki AYNI ve GİBİ kelimeleri de benzetme edatıdır.
Kur’an’daki benzetmeler şu şekildedir:
BİDDUN… Yalnızca Bir şey -cevherde ortak olanlarda-.
ŞİBHUN… Yalnızca nitelikte ortak olanlarda
MUSAVİ… Yalnızca nicelikte ortak olanlarda
ŞEKLUN… Yalnızca miktar ve mesahada, yer ve yüzey ölçümünde ortak olanlarda
MİSLÜN… Yukarıdakilerin hepsinde ortak olanlarda kullanılır.
Mesela;
O, gökleri ve yeri bölünme ile yaratandır. Size kendi türünüzden eşler var etmiş, en’amı da eşler halinde yaratmıştır. Sizi bu ortamda büyütüyor. O’na herhangi bir açıdan benzeyen bir şey yoktur. O dinler ve izler (görür).
Bu âyetin sonunda لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ (leyse kemiślihi şey-un) şeklinde bir ifade geçmektedir. Bu "Ne cevherde ne nitelikte ne nicelikte ne şekilde ne de başka bir yönden ona benzeyen bir şey yok." demektir.
Eğer bu âyette sadece MİSL veya sadece KE gelseydi mutlaka bir yönden ona benzeyen biri var şeklinde anlaşılırdı.
Eğer bu cümlenin başında LEYSE olmasaydı…TIPATIP ONUN BENZERİ BİR ŞEY VAR anlamına gelirdi.
İşte Âl-i İmrân 59. âyette İSA ile ÂDEM arasındaki benzerlik de böyle bir benzerliktir.
Âyetin devamında benzetme konusunun Risalette, Nebîlikte, konuşmada, biçimde, boy-pos veya başka bir şeyde değil, YARATMAda olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır.
ALLAH’IN HAKİMİYETİNDE, ALLAH’IN İLKELERİNDE Yaratmada İSA ile ÂDEM birbirinin aynısıdır.
Her zaman söylediğim gibi; bunlar benim Kur’an’dan anladıklarımdır. Hiç kimse katılmak zorunda değildir. Yanlış da olabilir… Ama bunları eleştirecek veya yanlış diyecek biri eleştirmeden önce âyetteki kelimelere olan sadakatini göstermeli, yan gelip kafasından uydurduğu yorumlarla değil kelimeler üzerinden bir çalışma yaparak gelmelidir.
Yüce Allah orada KEMESELİ edatını kullanmışsa yapılması gereken; yorumla bu edatın anlamını değiştirmek değil, Kur’an’dan kelimelerin takibini yapmaktır.
Bu arada açıklamasını başka bir oturuma bırakmak kaydıyla şu notu düşelim… Bizim çalışmalarımızdan elde ettiğimiz sonuçlara göre; âyetin devamında gelen TURAB kelimesi "toprak" anlamında değildir.
EVLENMEMİŞ GENÇ KIZ ANLAMINDADIR…
EL HAMDU LİLLAHİ RABBİL ALEMİN,
Vesselam.